GİRAY DUDA
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’üncü yılında Türkiye ekonomisini ana başlıklarıyla ele almak için Piri Reis Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Erhan Aslanoğlu ile konuştuk. Üniversitelerde uzun yıllar Türkiye ekonomisi dersleri veren Aslanoğlu, ekonominin izlediği yönleri ve daha güçlü olamamanın nedenlerini bize ayrıntılarıyla anlattı.
- Sayın Prof. Dr. Erhan Aslanoğlu, kuruluş yıllarına hatırlayarak söyleşimize başlayalım.
- Türkiye’de kuruluş yılları ekonomisinin ana belirleyeni Lozan Antlaşması ve İzmir İktisat Kongresi olmuştur. İzmir İktisat Kongresi, toplumun hemen her kesiminin katıldığı bir kongre oldu. Temelde bağımsız, kendi kendine yeterli serbest piyasa ekonomisini temel alan bir ortak görüş ortaya çıktı. Lozan Antlaşmasının ekonomiye ilişkin hükümleri de Türkiye’yi serbest ticarete daha yakın tutan bir yapıdaydı. Daha doğrusu bizim 1929-30’a kadar gümrüklerle ilgili herhangi bir değişiklik yapmamıza engeldi. Anlaşma gereği gümrükleri değiştiremiyorduk. Daha korumacı bir politikaya geçmemiz o anlaşma gereğince mümkün olamıyordu. Bu açıdan kapitülasyonların kaldırılması, serbest ticaret, korumacılık yerine daha fazla liberal bir ekonomi, bağımsızlığa vurgu yapan bir yapı ile gittik 1930’lu yıllara.
Kuruluş yıllarında, bağımsız, kendine yeten bir ekonomi konusunda çok önemli gelişmeler oldu. Önce bir durum tespiti yapmak gerekiyordu. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün kurulması, nüfus sayımının yapılması önemliydi. Elde önce bir istatistik olmalıydı ki doğru, gerçekçi bir ekonomik analiz, program yapılabilsin. Bunlar yapıldı ve kurumsallaşma anlamında önemliydi. Ama serbest ticaret içerisinde biz temel ürünleri bile üretmekte istediğimiz noktaya gelemedik. Sanayi anlamında çok küçük bir yapımız vardı. Buna karşılık geniş bir tarımsal yapımız vardı.
KADRO HAREKETİ’NİN KEYNESYEN TEORİLERİ
Yani ekonominin altyapısına ilişkin olarak eğitim sistemi, istatistik oluşturmada çok önemli adımlar atıldı ama üretim tarafında sınırlı bir ilerleme oldu. Bu noktada, içeride aslında o dönemki Kadro Hareketi, Türkiye’de liberal değil daha korumacı ekonomiyi savunuyordu. Keynes bile yok iken Keynesyen teoriler tartışılıyor, bu tür görüşler ortaya çıkıyordu. 1929-30 buhranı da buna otomatikman olanak tanıdı.
Daha sonra, Lozan Antlaşmasının gümrüklerle ilgili zaman süresi de dolduğu için ve bütün dünya korumacılığa geçtiği için Türkiye de korumacı adımlar attı. Merkez Bankası’nı kurdu. Para politikasını yürütebilmek için en önemli adımlardan birisi odu. 1931’de faaliyete geçti. Türkiye 30’lu yıllara daha korumacı bir politika ile hem içerideki dinamikler bunu gerektiriyordu, yani toplum bunu talep etmeye başlamıştı. Sanayimizi koruyalım, stratejik planlar yaparak ilerleyelim, düşüncesi yaygındı. Hem de küresel çapta ülkelerin çoğu korumacı olmaya başlayınca Türkiye de böyle bir döneme girdi.
İLK SANAYİ PLANINI YAPTIK
1930’lu 40’lı yılların en önemli akımı olan sanayi planını Sovyetler Birliği’nden sonra ilk yapanlardan birisi olduk. Türkiye şeker, un, tekstil, madenler gibi alanlarda Sümerbank’ı, Etibank’ı aktif biçimde faaliyete geçirdi. Finansman tarafının rahat sağlanması için bankalar kuruldu. Birçok KİT dediğimiz iktisadi teşebbüs kurularak devreye girdi. Oldukça da başarılı bir plan uygulandı fakat sonra İkinci Dünya Savaşı başladı ve ikincisini uygulayamadan savaş ortamına girdik.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONRASI
- Tüm dünyayı etkileyen, yıllarca süren bu büyük savaş yeni toparlanmaya başlayan Türkiye’ye ciddi zarar verdi herhalde değil mi?
- Savaş yıllarında savaşa girmemek konusunda olağanüstü büyük bir gayret gösterdik. Büyük oranda başardık ama bunun olumsuz ekonomik etkilerinden çok kaçamadık. Savaşa girmek çok daha farklı, çok daha büyük bir ekonomik maliyet getirirdi. Savaş ortamında Türkiye de enflasyonu hissetmeye başladı. Ülkenin iaşesi ön plana çıktı. Milli Koruma Kanunu ile birlikte Türkiye korumacı tavrını sürdürdü. Tarımsal ürün fiyatlarına müdahaleler edildi. Varlık Vergisi gibi kanunlar, uygulamalar devreye girdi. Bunların artıları eksileri ayrı bir tartışma konusu.
Özet olarak tarım ürünleri, tarımsal gıda fiyatlarının artışı tarım kesimini zenginleştirdi. Zenginleşmelerine rağmen, liberal politikalardan uzaklaşmak, tarım kesiminin hoşuna gitmedi. Bu dönemde, daha serbest ticareti isteyen Demokrat Parti’nin kökleri ve tarımsal sermayeden gelen dönüşümle çok partili döneme geçildi. Öyle bir taban bulduğu için de Demokrat Parti hızlı bir yükselişe geçti.
1950’li yıllarda liberal politikalara döndük ve yeterince hazırlıklı ve güçlü olmadığımız için de zaten ilk yıllarda ciddi miktarlarda borçlar alarak gittiğimiz süreç, borçların ödenme zamanı gelince bizi sıkıntılarla karşı karşıya bıraktı. Bildiğimiz ilk IMF anlaşmasına kadar da böyle gittik. Bu dönem serbest ticaret denilmesine rağmen birçok KİT’in kurulmaya devam ettiği, bir taraftan da liberal yaklaşım içinde Marshall Planı’nın yürütüldüğü bir dönem oldu. Yani özü itibariyle 1950’li yılların serbest piyasa dönemi de maalesef ekonomik kriz ve siyasi bir krizle sonuçlandı.
PLANLAMA YILLARI
- Ekonomide planlama dönemi 1960’larda başladı ve şu anda da üzerinde çok konuşulan dönemler oldu.
- 1960’lı yıllar, planlama dönemidir. Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi bizde de planlamanın ön plana çıktığı bir dönemdir. Raul Prebisch ve Hans Singer adlı iki Latin Amerikalı iktisatçının, eğer biz serbest ticarette kalırsak hammadde üreten, sanayileşemeyen bir ülke olacağız, gelişmemiz mümkün değil, tezinden bütün gelişmekte olan ülkeler etkilendi. Soğuk savaş dönemi de olduğu için Latin Amerika ülkeleri gibi ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, sosyalizm ile kapitalizm arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağı düşüncesini tartışıyorlardı. Aslında 40’ların sonunda serbest ticareti ön plana alan Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar 60’larda ülkelerin korumacı politikalarını desteklediler. Bu dönem planlı dönem olarak adlandırılıyor.
DÖRT PLAN YAPTIK VE BUNLARIN ÜÇÜNDE HEDEFE ULAŞTIK
Türkiye de planlı döneme girdi. Dört plan yaptık ve bunların üçünde hedefe ulaştık. Yüzde 7 ortalama ile büyüdük. Türkiye bugünkü sanayisini büyük oranda o gün inşa etmiştir. Ara mallarında ve kısmen yatırım mallarında belli bir yeterliliğe ulaşmıştır. Bence başarılı bir dönemdi ama en önemli sorun iç piyasaya dönük olmasıydı. Rekabet gücü maalesef, dış talep göz ardı edildi. Uluslararası plan da iç planın stratejik bir parçası oldu. Güney Kore’nin yaptığını yapamadık o zaman.
Dolayısıyla, 1970’lerin ortasında dördüncü plan petrol kriziyle yine sekteye uğradı. Dünya çok karışıktı ve büyük bir stagflasyona gitti. Yaygın terör ortamları ve siyasi istikrarsızlıklarla dördüncü planı uygulayamadık. 1973 ile 80 arasında ciddi sıkıntılı bir dönem başladı. Büyük bir cari açık, bütçe açığı, döviz krizi ile 80’li yıllara geldik.
NEO LİBERAL DÖNEM
- Turgut Özal’ın uygulamaya koyduğu 24 Ocak kararları ile yeni bir dönemin başladığını söyleyebilir miyiz?
- Evet, 1980’lere 24 Ocak kararları damgasını vurdu. Dünya, Keynesyen politikaların stagflasyonist olduğu yolunda, iktisadi, doktriner değişim yaşadı. Neo klasik iktisat ön plana çıktı. Dünya da bizi bu tarafa sürüklüyordu. Türkiye’de IMF ile anlaşma yapmanın yanı sıra soğuk savaş tehlikesi de azalınca yeniden neo liberal politikalara dönüldü. O dönem Türkiye dışa açıldı, ihracatta önemli sıçramalar kaydedildi. Bence başarılı olan kısmı oldukça güçlüydü. Ama finansal liberalleşmede tam piyasaları oturtmadan bir finansal liberalleşmeye, 1987-88 sonrasına geçince o sıcak paranın ilk kurbanlarından birisi olduk Meksika ve Latin Amerika ülkeleriyle beraber. Borç krizine gittik, rahat borçlandık, borçlandıkça açık verdik. Dış açık, cari açık, bütçe açığı sonunda 1994 krizi yine Bankacılık ve Döviz Krizi olarak karşımıza çıktı.
KRİZE ADIM ADIM
Sonra yine IMF ile bir anlaşma yapıldı. Çünkü sıcak para devam ediyordu. Büyük bir devalüasyon yaşadıktan sonra bir süre kazandık ama 1999 depremi ekonomiyi ciddi biçimde hırpaladı ve ekonomideki birikimli bütçe açığı sorunu, kamu açıkları, özellikle kamunun hazinenin üstlendiği, bankaların büyük görev zararları, cari açık Türkiye’yi 2000-2001 krizine getirdi.
YÜKSEK ENFLASYON VE FAİZLER BANKALARI BATIRDI
- Bu kriz, koca koca bankalar da battığı için kolay unutulmayacak bir kriz olmuştu.
- Büyük krize az kala, IMF ile 1999 sonunda bir anlaşma yaptık. Sürünen kur sistemi denilen kur sistemiyle, yani her ay Türk Lirasının belli oranda, sınırlı değer kaybettiği, bir anlamda kuru sabit tutan bir sistemle enflasyonu düşürmeye çalıştık. Ama istediğimiz kadar düşmedi. İthalat arttı, cari açık arttı. Kuru sabit tutmaya çalıştığımızda enflasyon ve cari açık düşmüyorsa bunu sürdüremeyiz. Öyle de oldu ve sürdüremedik. 2000’li yıllarda enflasyon çok yüksek olduğu için ve bazı bankaların da bilançosunu bono ve faizlerle doldurması nedeniyle, enflasyonun birden yükselmesi bu bankaların batışıyla sonuçlandı. Böylece bankacılık ve döviz krizini peş peşe yaşadık. Zaten ona ikiz kriz denir. 1994-2001 arasında bankaların kamuya çok borç vermesi bankacılık sektörünün bilançolarında kamu kağıtlarında çok tutması faiz duyarlılığını artırdı. Biz buna ‘Dar bankacılık’ deriz. Bono, tahvil tutan bankalar faiz riskini fazlasıyla almış oldu. Faizin artması da bono tahvil faizlerini düşürerek bankacılık krizi yarattı.
- Demirbank’ın tahvil ve bono stokları dillere destandı.
- Evet, bir kumar oynadılar. Faizler düşseydi Türkiye’nin en büyük bankası olacaklardı, ama faizler yükseldi ve battılar.
- Bankaların, bankacıların böyle kumar oynama hakkı var mı hocam?
- Elbette yok. 2000’li yılların başında IMF ile yeniden anlaşma yapıldı. Güçlü Ekonomiye Geçiş programı uygulandı. Bir dezenflasyon programıydı. Bence iyi bir programdı. Diğer IMF anlaşmalarından farklıydı. Yapısal reformlara çok önem verildi. Bütçe dengeleri için önemli adımlar atıldı. Merkez Bankası olabildiğince bağımsız hareket edebildi. Türkiye bunun meyvelerini gördü. Üç haneli enflasyonlar tek hanelere indi.
YİNE KÜRESEL KRİZ
2007 IMF anlaşması bittikten sonra Türkiye mali kurallarda, faiz dışı dengelerde esnekliklere gitti. Küresel kriz geldi. Onunla beraber sendelediğimiz bir dönem oldu. Enflasyon tekrar yükseldi. Fakat, o dönemin ekonomi ekibi bu dengeleri tutmanın gerektiğinin farkındaydı. Özellikle bütçe tarafını tutarak daha önce 5-6’ya inen enflasyonu 10-11 dolayında tutmayı başardılar.
Fakat 2012 sonrası Türkiye’de özellikle daha büyüme odaklı politikalar devreye girdi. Faizin para politikası etkinliği kaybolmaya başladı. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda tartışmalar çok arttı. 2013 gezi olayları, FED’in parasal sıkıştırmaya başlaması, 2015-2016 yılındaki darbe girişimi, ekonomi dışındaki bir çok şeyin ekonomiyi etkilemesiyle sonuçlandı. Siyasi gelişmelerde büyüme odaklı politikalar ön plana çıkarıldı. Talebin canlılığıyla enflasyon kopmaya başladı. Önce 15’ler, daha sonra 80’lere kadar çıktı. 2016 yılında siyasi otorite büyümeye öncelik verdiği için yıllar içinde enflasyon koparak bugünlere geldi.
GLOBAL SORUNLAR HER ÜLKEYE DERT ÇIKARIYOR
- Anlattıklarınızdan net biçimde ortaya çıkıyor ki çok büyük global sorunlar, 1929 buhranı, İkinci Dünya savaşı gibi olaylar dünyadaki tüm ülkeleri doğrudan etkiliyor. Bunlardan kaçış mümkün değil.
- Hiçbir şey tamamen iç nedenlerden veya tamamen dış etkenlerden kaynaklanmıyor. İkisinin karışımı bir sonuç çıkıyor. Ama Türkiye dünya ülkelerinin ana ekonomik trendlerinden çok da kopmuş bir ülke değildir. Dünya ne zaman liberal politikalara geçtiyse Türkiye de geçmiştir. Ne zaman dünya korumacı olduysa Türkiye de olmuştur. Ama bunun boyutu iç dinamiklerle belirleniyor.
IMF’NİN ROLÜ
- Birkaç kere söylediğiniz gibi Demokrat Parti döneminde başlayan Türkiye IMF ilişkilerinde derlenip toparlanma açısından çok önemli faydaları, katkıları da olmuş gibi gözüküyor.
- IMF de değişti. IMF’nin Afrika’da, Latin Amerika’da çok başarısız olduğu örnekler de var. 2000 yılında da Türkiye’de büyük bir başarısızlık yaşandı. Uygulanan kur politikası böyle bir sonuç getirdi. Ama 2001 politikası bence önemli oranda realiteye uygundu ve Güçlü Ekonomiye Geçiş adıyla buna imkan tanıdı. Bugünkü Türkiye ekonomisinin gücünü büyük ölçüde o zamanki düzenlemelerden aldığını söyleyebiliriz.
- 2000 yılındaki IMF anlaşmasında döviz kuru gün gün, kuruşu kuruşuna önceden belirlenmişti. Ama bir sonuç alınamadı.
- Enflasyon ve cari açık arttığı sürece öyle bir kur sistemini uygulamak mümkün değil.
IMF TÜRKİYE’YE GELMELİ Mİ?
- Hatırlıyorum, kriz patladığı sırada IMF Başkan Yardımcısı da Türkiye’de idi. Bu durumda serbest kura geçmeniz gerekiyor demişti. Şu anda da içinde bulunduğumuz ekonomik koşullara karşı IMF ile anlaşma yapılması gerektiğini düşünen ekonomistler var. Siz ne diyorsunuz?
- Ben IMF kesinlikle gelmeli veya kesinlikle gelmemeli gibi keskin görüşlere katılmıyorum. Bugün dünyada çok para var. IMF’nin IMF olduğu dönemlerde bu kadar çok para yoktu. 2008 krizi sırasında anormal para basıldı ve bu para şu anda finans sisteminde duruyor. Aslında bir ülke ‘rasyonel’, istikrarı sağlayıcı politikalar uyguluyorsa o para gelir. Bir ülke IMF’nin yapacağının daha da iyisini IMF’siz de yapabilir. Yeter ki bunun kadrolarını oluştursun ve istesin. IMF onun resmi ve zorla yaptıran kısmı oluyor. Geçmişte bunu yapsanız bile para olmadığı için IMF para vermedikçe paranın gelmesi zordu. 2000 yılında IMF 4.5 milyar dolar verecek diye siyasiler, ekonomistler ve piyasalar sevinç içindeydi. Şimdi Merkez Bankası bir haftada 5 milyar dolar para satıyor. Bugün IMF’siz de Türkiye dünyadan para çekebilir. Bunu yapma imkanı varken neden kendimiz yapmayalım? Zaten sorun orada.
NEDEN GÜNEY KORE OLAMADIK?
- Haklısınız hocam. Enflasyonu düşürme konusunda ne kadar istekli, ciddisiniz? Ne gibi önlemler aldınız ve adımlar attınız? Vazgeçip bir kenara atma ihtimaliniz var mı? Merkez Bankası gibi önemli kuruluşların kendi amaçlarına uygun biçimde, bağımsız hareket etmesine olanak sağlanacak mı diye bakılıyor.
Hocam, yine ekonomi tarihimize dönersek, dünyada iki tane, Güney Kore ve Almanya ekonomik mucizeleri var. Türkiye böylesi mucizeleri neden yaratamadı?
- Burada çok boyutlu bir dinamik var. Türkiye coğrafya, jeopolitik olarak da kritik bir noktada olan bir ülke. Siyaseten bu anlamda dengeleri sağlamakta zorlanan da bir ülke. En önemli nedenlerinden birisinin bu olduğunu düşünüyorum. Mesela Güney Kore ile Kuzey Kore ayrımında güneye büyük bir Amerikan desteği de sağlanmıştır. AB üyesi olan ülkeler ister istemez bir disiplin altına girmiştir. Bizler Latin Amerika ve bazı Kuzey Afrika ülkelerine de benziyoruz. Bulunduğumuz yer Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güney Avrupa arasında. Çok fazla siyasi ve jeopolitik sıkıntı yaşıyoruz. Bu durum siyasi istikrarı sürdürmeyi zorlaştırıyor. Uzun vadeli politikayı uygulamak da zorlaşıyor. 1960’lı, 1980’li ve 2000’li yıllarda 7-8 yıl süren istikrarlı dönemler yaşanıyor ama bir süre sonra bunlar siyasi kararlarla sona eriyor.
ONLAR TASARRUFU SEVİYOR
Ben bir anlamda bu boyutunun olduğunu düşünüyorum. Bir de kültürel yanlar çok önemli. Almanlar, Asyalılar, Güney Koreliler daha çok tasarruf eğilimli toplumlardır. Biz tüketim eğilimli bir toplumuz. Güney Kore de düşük gelirli bir toplumdu ama Asyalılar hayata bakış açısından daha çok tasarruf eğilimlidir. Biz daha batıya yakın, ABD benzeri yüksek tüketim eğilimli bir toplumuz. O da büyüme ve talep odaklı politikaları daha fazla toplumun benimsemesine yol açıyor ve bunun da tabii ki sıkıntılarını yaşıyoruz. Almanya’nın da yaşlı nüfusu, tarihsel olarak yaşadıkları olaylar karşısında tasarruf eğilimlerini yüksek tutuyor. Kültürel ve davranışsal tutumların sonuçlar üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum.
ORTA GELİR TUZAĞI
- Hocam kişi başına milli gelir açısından Türkiye’nin geldiği yer gelmesi gereken yer midir diye bir değerlendirme yapabilir miyiz?
- Normal koşullarda Türkiye kişi başı milli gelirini Güney Kore gibi 25-30 bin dolarlara getirebilirdi. O olmazsa 15-20 bin dolara yükseltebilirdi. 2000’li yıllarda 3 bin dolardan 10 bin dolara çıkardık ve orada kaldık. Orta gelir tuzağı mı yoksa başka nedeni mi vardır bilmiyorum ama Türkiye potansiyelinin çok daha altında bir gelir yaratmış bir ülkedir diye düşünüyorum. Normalde daha yukarılara çıkabilirdi.
EKONOMİ YÖNETİMİ DOĞRU YÖNDE İLERLİYOR
- Hocam biraz da bugünü konuşalım. Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimine geçmesi, Merkez Bankası başkanının değişmesi ile başlayan adımlar devam ediyor. Ortodoks politikalara dönüldüğü belirtildi. Enflasyonla mücadelenin gündemin birinci maddesi olduğu vurgulandı. Yapılan açıklamalar, faiz artışları sizce enflasyonla mücadele için yeterli ve doğru adımlar mıdır?
- Ben ekonomi politikalarının ve Merkez Bankası para politikasının doğru yöne döndüğü kanısındayım. Sıkılaşma yönünde adım atmak, faizleri arttırmak, hem enflasyonu hem de dış açığı azaltmak adına doğru adımlar. Ama Türkiye’de mevcut enflasyon ve dış açıklar öyle yüksek ki bu adımların daha güçlü, daha proaktif olması gerekiyor. Son Merkez Bankası kararına kadar çok yavaş adımlar görüyorduk, son adım görece güçlü oldu. Piyasanın beklemediği biçimde geldi. Bu anlamda Merkez Bankası son toplantıda proaktif oldu diyebiliriz ama üç aylık döneme bakarsak ilk adımlar daha hızlı olmalıydı. Şimdi de atabilir. Bundan sonra bu güçlü adımları atmaya devam ederse bu sürece önemli katkı sağlar. Ben doğru yönde olduğunu düşünüyorum. Ama son dönemde genel anlamda biraz hızlansa bile hala çok daha hızlanması gerektiği kanısındayım.
Bir de konu sadece Merkez Bankası ve bütçe değil. Genel anlamda ekonomi piyasanın rekabetçi olmasından tutalım, demokratikleşme, eğitim sistemi, inovasyon alanında, ekonomi dışı alanlarda da değişim dönüşüm gerektiriyor. Bunlar tabii ki zaman alacak. Kolay değil ama ihtiyacımız bunlar. Merkez Bankası büyük sınırlamalar içinde hareket ediyor. Onlar da biz de bunların farkındayız. Bir yol bulmaya çalışıyorlar. Umarım başarılı olurlar.